Öğrencilerle konuşunca bilimin gelişimindeki temel dönüm noktalarından ne kadar habersiz olduklarını fark etmek her seferinde beni şaşırtıyor ve biraz da üzüyor. İlkokuldan liseye 12 yıl boyunca her sabahın köründen akşamın karanlığına kadar ömrünü okulda çürüten bu genç insanlara, ne bileyim mesela Galileo’nun bilimde nasıl bir ilerlemeyi temsil ettiğini, ondan öncesinin ve sonrasının nasıl farklı olduğunu anlatmışlardır diye düşünüyor insan. Ama nafile. Osmanlı’nın o dönemde yaptığı savaşları filan ezberliyorlar, ama aynı dönemlerde bilim ve uygarlığın ileriye gitmesine (ve Osmanlı’nın o savaşları kaybetmesine) yol açan “fikri gelişme”lerden habersiz görünüyorlar. Bir takım isim/yer/tarih ezberi… o da zamanla hafızada silinir gider zaten. Sevgili dostum Uğur Değirmencioğlu’nun çok güzel tespit ettiği gibi bizim eğitim sistemimizde bilgiler birbiriyle bir ilişkisi kurulmadan öğrencilere veriliyor. Dolayısıyla Galileo hakkında her ne öğrendilerse onu da bir tarihsel gelişim çizgisinin parçası olarak göremedikleri için kolayca unutuveriyorlar. Adamın teleskobu icat ettiğini öğretmişler ama bunun neden o kadar gürültü patırtı koparttığını pek anlatamamışlar… Galile kimmiş, Steve Jobs iphonu’u icat etti beah.
Eğitimci olduğumuza göre şikayet etmek yerine durumu düzeltmeye çalışmak lazım. Sosyal bilimlerde veri ve istatistiğin kullanımı ile ilgili bir dersin açılış haftasında ben de bunu yapmaya çalıştım. Belki birkaç öğrenciye daha ulaşabilirim umuduyla anlattıklarımı buraya da yazarak paylaşıyorum.
Çizgiyi Sokrates’ten başlatalım. Sokrates bir anlamda bilimi icat etti, yani doğanın güçlerine karşı insanın bilgisini arttırarak gelişebileceği iddiası ve inancını. Ayrıca bunu yapmak için temel bir yöntem ortaya koydu: dialogos. Bu insanlar diyalog ve konsensus yoluyla yeni bilgilere ulaşırlar (farklı seslerin kafasına vurarak değil, o yüzden antik Yunan’da demokrasi falan..). O yöntemle yapılan ilk bilimsel symposium’dan bu yana bu yöntemi kullanıyoruz (sempozyum bir buçuk saat sürmüş, Sokrates’e de “yirmi dakika konuştu, amma uzattı” diye bozuk atmışlar). Halen de bilimsel araştırmalar ancak alanında yetkin hakemlerin fikir birliği etmesi yöntemi ile yayınlanabiliyor ve bilimsel literatüre giriyor. Öte yandan bu ilk döneminde bilim öyle gözleme ve veriye dayalı değil, bilim insanının retorik geliştirme ve ikna kabiliyetine dayanıyordu. Astronomiyle uğraşanlar bile ölçüm yapma ve veri toplama pratiğine sahip değillerdi. O haliyle bile bilimsel yöntemin ve felsefesinin yarattığı değişim dalgası hakim sınıfı korkutunca Sokrates’i ölüme mahkum ettiler.
Sonrasında bilim öyle hızla filan gelişmemiş. İmparatorlukların ticaret ve savaş filolarının işine yarayacak astronomi, navigasyon, ve onunla ilgili matematik araştırmaları var. Ama Roma ve Arap imparatorlukları bundan fazlasına izin vermemiş. Bilimin bir sonraki büyük adımı İtalya’da Galileo ile oldu. Galileo maddenin evrensel yasalara tabi olduğu ve bunların ölçme ve deney ile ortaya çıkartılabileceği iddiasını ortaya attı. Tabii bunun anlamı bilimin de (1) evrensel ve (2) ölçmeye dayalı olmasıdır. Ölçme kısmı için teleskopu tasarladı. Ama katolik kilisesi tarafından hapse mahkum edilmesi bundan değildi. Dünyanın her yerinde bilim insanlarının gök cisimlerini gözlemlediğini ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü (kilisenin dediği gibi tersi değil) “ölçümlerle” yani yadsınamaz biçimde ortaya koyduğunu düşünün. Bundan korkan kilisenin gücü Galileo’yu hapsetmeye yetti, ama korku duvarının yıkılmasını engelleyemedi. Onun attığı tohumlar birçok yerde yeşerdi. Ölçüme dayalı bilim matematikle birleştiğinde muazzam etkileyici sonuçlar ortaya koyuyordu. Bir süre sonra Avrupa’nın genç nesil ve vizyoner bazı hükümdarları bu yeni bilimin iktidarlarına kiliseden daha fazla güç katacağını fark ettiler ve o zaman işler hızla değişmeye başladı.
Buradan gözlem, deney ve ölçüme dayalı bilimsel yöntemin kabul gördüğü ve bazı iktidarlar tarafından da fonlandığı bir dönemde yaşamış olan Gauss’a geçelim. Onun döneminde ölçüme dayalı bilimsel yöntem ile istatistik arasındaki köprü ortaya çıkıyor. Gauss şunu fark etmişti: astronomide yapılan ölçümler yeterince hassas değildi (hep daha hassasını isteriz), ve aynı şeyi ölçenler farklı ölçümler buluyorlardı. Dolayısıyla yapılan ölçümlerin hepsi az ya da çok yanlıştı. Bu ölçümlerden birini seçmek için Sokrates’in diyalog ve ikna yöntemi uygun değildir. Yine de gezegenlerin yörüngesi vb. ile ilgili bir sayı belirlemek gerekir. Şöyle düşünün hepimiz bir dart tahtasına dart atıyoruz, hiçbirimiz ortaya denk getiremesek bile onun civarına denk getiriyoruz. Ve dart tahtasının “kesin” olarak bir ortası var. Gezegenlerin de mesafelerinin kesin bir değeri olmalıydı. Peki hepsi az veya çok hatalı ölçümlerden bu değeri nasıl bulacağız? Bugün “normal” dağılım olarak ta adlandırdığımız Gauss dağılımı bu gerçek değeri belirlemek için ortaya atılan bir yöntem ve ilk istatistik çalışmalarından biri olarak ortaya çıktı.
Aynı sıralarda Avrupa’da, etkisi Amerika’ya kadar hissedilen bir devrim olmaktaydı. Yeni Fransa Cumhuriyeti’nde dikkatler astronomiden farklı bazı alanlara yönelmişti. Yeni cumhuriyet kralın aklının yerini alan bilimsel akılla yönetilmeliydi. Doğum, ölüm, hastalık istatistikleri yapılmalı ve devletin vereceği sosyal hizmetler buna göre planlanmalıydı. Gelir ve meslek istatistikleri ise sigortacılıktan vergi politikalarına ve savaş hazırlıklarından endüstriyel kapasite planlamasına kadar birçok iş için lazımdı. Dolayısıyla ölçüme dayalı bilimsel yöntemin sağlık, toplum ve ekonomiyi konu alan bilimlerde kullanılmaya başladığı önemli bir bilimsel açılım dönemi başladı. Bu dönemde Quetelet ilginç bir isimdir1. Gauss aynı gezegenin farklı astronomlar tarafından yapılan ölçümleri için bir istatistiksel yöntem geliştirmişti. Quetelet’e göre Fransa’daki insanların, örneğin yaşam süreleri ile ilgili kayıtları bir araya topladığınızda Fransız (büyük harfle, genel) ile ilgili farklı ölçümleri toplamış oluruz. Dolayısıyla Gauss’un geliştirdiği yöntemleri bu verilere uygulayarak Fransız’ın yaşam süresini, boyunu, karısını boşama ihtimalini, vb. ölçmüş oluruz. Quetelet’in fikri ölçüme dayalı (ampirik) sosyal bilimlerin ortaya çıkışındaki ilginç dönüm noktalarından biridir. İstatistiksel yöntemlerin astronomi, tıp ve doğa bilimlerinden çıkıp ölçme ve deneye dayalı insan ve toplum bilimlerine bu şekilde uyarlanması önemli gelişmelerin önünü açar. Tabii bu gelişmelerin yanı sıra örneğin karısını aldatma ihtimali açısından Fransız’ın İngiliz’le (büyük harf) karşılaştırılması gibi komiklikler de olmuştur. Ama neticede 1800lerin ortalarına doğru bugün yaşadığımız veri çılgınlığına (“büyük veri” falan filan) benzer bir çılgınlık modernleşme yolundaki birçok Avrupa ülkesi ve Amerika’da yayılır, devletlerin kurduğu istatistik büroları tarafından yürütülen ve desteklenen bir temel devlet fonksiyonuna dönüşür (ama TUİK’in yeri apayrı:).
Son isim olarak Pearson’a değineceğim. Gauss’un gezegenlerinin arasındaki mesafenin “kesin” bir değeri olması gerektiğini biliyorlardı (kuantum mekanik henüz keşfedilmemişti). Ya da suyun belirli bir basınçta kaynamaya başlayacağı sıcaklık kesindir. Ama insan ve toplum karmaşıktır. Örneğin belirli bir sosyal çevre ve eğitim geçmişine sahip bir kısım kişiler suça yönelirken diğerleri yönelmez. Peki eğitim ile suç arasında bir ilişki olup olmadığını “kesin” olarak söyleyebilir miyiz? Sosyal ve psikolojik olgular gibi konularda var olan ve çoğunu bilemediğimiz karmaşık neden-sonuç ilişkileri söz konusu iken bilimsel yargılara nasıl varabiliriz? Pearson’un önemli katkısı ile müstakil bir bilimsel disiplin olarak ortaya çıkan istatistik bu sorularla uğraşmaktadır. Kendisiyle başlayan çalışmalar sosyal bilimlerde kesinliği bir süreklilik (coninuum) haline getirdi. Böylece eğitim ve suç ilişkisi, örneği %95 kesin ise biz bunu bir neden sonuç ilişkisi olarak kabul ediyoruz. Yok daha düşük bir kesinlik değeri var ise reddediyoruz veya daha detaylı bir inceleme gerekiyor.
Bu gelişim hikayesi burada bitmeyecek elbette. Genç öğrencilerimiz bu istatistik yöntemlerini uygulayıp işlerinin biteceğini sanmasınlar. Öncelikle niceliğin yanına “niteliksel” araştırmalar gerekir. Ölçümler örneğin bir yemeğin malzeme listesi gibidir. Tek başına malzeme listesi bu malzemelerin hangi sırayla nasıl birleşip bir yemeği oluşturduğunu açıklamaz. Sosyal bilimlerde de ölçümlerin, anketlerin yanı sıra olgunun nasıl işlediğini anlamak için mülakat vb. yöntemler gerekir. İkinci olarak karşımızda çağımızın devasa bir sorunu var: sürdürülebilirlik. Sokrates’in başlattığı, insanın doğaya egemen olabileceği düşünün sonuna geliyoruz. Mars’ta koloni hikayelerini boş verin; bu gezegende doğayla uyumlu yaşamanın yollarını bulmak zorundayız. Bu da bize yeni bir bakış açısı gerektiriyor. Bilgiyi ne için kullandığımız konusunda sorumluluktan daha fazla kaçamayız. Nietzce’nin uzun zaman önce saptadığı gibi.
1Detaylar için bkz: Ian Hacking, “Şansın Terbiye Edilişi”, Metis Yayınları, 2005.